İlkokuldayken bir müzik öğretmenimiz vardır.. Şarkıyı söyletir veya çaldırdığı fülütten istediği gibi olmadığında ve bittiğinde hiç ses etmeden hafifçe elini başına iki üç kez toz silker gibi vururdu.. Bu "baştan" demek olurdu ve biz tekrar baştan komut ile başlardık çalmaya yada söylemeye..
Hayattada yapıyorum bunu..
Hafifçe elimi başıma vurup "hadi bakalım yeni baştan" diyip, yine başlıyorum...
Duygularımı ifade etmekte güçlük çekerim aslında .. Her ne kadar burada yazsam bile ara sıra..
Çok saçma sapan biriyim.. Hayatım çoktan o sapaklardan döndü öyle karma karşık saçma bi hal aldı..
Ne yapsamda aklımın içindekileri kontrol edemiyorum.. Adapte olamıyorum..
Nefret ediyorum bu durumdan..
Ara sıra edindiğim desteğe başvurmamak için kendimi zor tutuyorum.. En azından bu durumda nötrleştiriyor beni..
Sadece.. Sadece insanın sevip, değer verdiği biri insanın canını çok yakabilirmiş.. En kötüsüde hep dediğim gibi karşı tarafın UMRUNDA bile olmamanızdır .. !
Salla gitsin denebilir , ama uygulaması mümkünlükler mertebesinde değildir..
Alfabede adımın baş harfi hep sonlarda olduğu gibi, hayattada sonlarda olmaya bir gün alışacağım..
Son zamanlarda kendimle ne çok başbaşayım nede yanımda biri var..
Öyle bir ekrandan izlercesine hızlı bir şekilde akıp geçiriyorum zamanı.. Düşünmemeye, konuşmamaya, duymamazlığa ve anlamamazlığa veriyorum kendimi..
"Güzel tamam, herşey bitti.. Boşver sen varsın, sen kendine yetersin.. Başka kimseye ihtiyacın yok bi sen varsan yetersin işte herşeye.."
Diye, diye durumu bu hale getirdim.. Blog okumaz oldum, kitaplarım toz kapladı bir satır bile okumuyorum.. Aptal bir şekilde oyun oynuyorum telefonda, o bu ne yapmış diye deli gibi geziyorum sosyal paylaşım sitelerinde..
Her sabah açıp iki satır haber okuyup sinir kat sayımı yükseltip kapatıyorum büyük bir hınç dolu arzuyla.. Evde haber izleyemez oldum mesela bu yüzden.. Sinirliyim bu aralar çok sinirli.. Herşeye kızıp söylenip bağırıp çağırıyorum.. Troit hastalığına bağlıyıp onu suçluyorum hep.. Ama ondan değil ki biliyorum ben..
Yazmakta kar etmiyor.. Saatlerce kafamın içinde konuşup sürekli yazıyorum ama satırlara dökemiyorum yine.. Oturdum mu başına yazamıyorum.. Cümleler kilitleniyor kafamın içindeki ben susuyor..
Ağlamak istiyorum sürekli, sonra bi bakıyorum saçma sapan gülüyorum.. Hoş ağlamak istesem bile ağlayamıyorum.. Bi ağlasam rahatlayacağım ama olmuyor işte..
Bi yerlerde acıyan bi yerlerim var ama bulamıyorum bir türlü.. Susuyor çünkü.. Derin bir sesizlik içinde öylece izliyor.. Debelenmiyor, çığlık atmıyor, tırmalamıyor o kısacık tırnaklarıyla.. Duymamı istemiyor gibi..
Bide neyi fark ettim.. Son sıralar mutluluklarımı yazmaz olmuşum.. Hep içimdeki kasvet var burada..
Ya Blog'um görüyormusun seni de yıpratmaya çalışıyorum anlaşılan..
Herşey için yaptığım en başta kendime yaptıklarım gibi.. Bana yaptıkları gibi..
Neyse; en azından son cümlem hoş bitsin di mi ? :)
Aydınlık güzel bir İzmir gününden selamlıyorum seni.. Cennetimden selam olsun herkese...
Mutlu günler...
Not: Başlıkta doktorların sitelerinde olur ya hani hastalıklar için işin özünü anlatmaya yarayan başlıklar, işte onlar gibi oldu bu başlık.. Oysa ki ben başlıkları böyle seçmem.. Hatta başlık koyamam, ne bitişe ne başlangıça.. Başlık sıkıntısı yaşıyorum.. Acaba o sitelerde bunla ilgilide çözümler varmıdır ? =)
Yaşanması gereken içi kıpırpır lakin hüzünlü bir ay..
Seneler geçtikçe her günü her ayı ve her mevsimi tek tek yaşıyoruz.. Bu ay beni hiç yormaz.. Yorgundur aslında bu ay.. Yorar insanı hırpalar..
Bir yığın yük bindirmiştir omuzlara.. Bir türlü tutamadığımız o zaman var ya dayanmıştır yine kapıya..
Kış zordur ben gibiler için..
Neşelenmek için, güneş isteyen sıcak isteyen herşeyi unutabilme adına, herşeyi düzeltme adına dışarılarda olmaya ihtiyacıolan ben gibi biri için.. Zordur bu ay zor..
Her bitişin başlagıcı ise Nisan, bitişidir Eylül'de aslında..
Ne kadar kutlamamızı yasaklamış olsalarda bu bayram bizim bayramımız elimizden almaya, unutturmaya, nefret ettirip kötü göstermeye çalışmalarına inat;
30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI'MIZ KUTLU OLSUN!
Bize bu günleri veren Atamız ve silah arkadaşlarına canı gönülden minnet ve saygıyla anıyorum..
“Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz,
almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin,
düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak!
Cumhuriyeti biz kurduk, O’nu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.”
Bu fotoğrafı bu hikayeye adıyorum.. Ömer Köroğlu'nun sesinden dinlemeniz şiddetle tavsiye olunur.. :)
Oturduğu banktan kalktı, üzerindeki denizci
üniformasını düzeltti ve şehrin büyük tren istasyonundaki insanları
incelemeye koyuldu.
Gözleri o kızı arıyordu, kalbini
çok iyi bildiği, ama yüzünü hiç görmediği, yakasında gül olan o kızı.
Ona olan ilgisi bundan on üç ay önce Florida'da bir kütüphanede
başlamıştı.
Raflardan aldığı bir kitabın içindeki yazıdan çok
etkilenmişti.
Kitaptan değil, sayfalardan birinin kenarında kurşun
kalemle yazılmış minik notlardan..
Yumuşak el yazısı düşünceli bir ruhu
ve insanın içine işleyen bir karakteri yansıtıyordu.
Kitabın baş
sayfasında, o kitabı en son okuyan kişinin ismini gördü: Bayan Hollis
Maynell.
Biraz zaman ve çaba sonunda adresini buldu.
Bayan Maynell New
York'ta yaşıyordu.
Blanchard ona kendisini tanıtan ve mektup arkadaşı
olmayı teklif eden bir mektup yazdı.
Ertesi gün de İkinci Dünya
Savaşı'na katılmak için Avrupa'ya doğru yola çıktı.
Daha sonraki bir yıl
bir ay boyunca birbirlerini mektuplarla tanıdılar.
Her mektup
kalplerine düşen bir sevgi tohumuydu sanki.
Bir romantizm başlıyordu.
Blanchard kızdan bir resmini istemişti, ama kız reddetti.
Kendisini
gerçekten önemsiyorsa nasıl göründüğünün ne önemi vardı?.
Sonunda
Blanchard'in Avrupa'dan dönüş günü geldi çattı.
İlk buluşmalarını
ayarladılar..
New York Tren İstasyonu'nda akşam saat tam 7'de. 0 "Beni
tanıman için" diye yazmıştı kız mektubunda,
"Ceketimin yakasında kırmızı
bir gül takılı olacak".
İşte saat tam 7'ydi ve Blanchard yüzünü daha
önce hiç görmediği, ama kalbini sevdiği o kırmızı güllü kızı arıyordu.
Hikayenin gerisini Bay Blanchard'dan dinleyelim:"
Birden genç bir kızın
bana doğru yürüdüğünü farkettim.
İnce ve uzun boylu,dalgalı sarı saçları
o güzel kulaklarının önünden omuzlarına düşmüş..
Çiçek rengi mavi
gözlü.
Dudaklarının ve çenesinin muntazam kıvrımları ve açık yeşil
giysisiyle insana sanki baharın geldiğini müjdeleyen bir kızdı.
Ben de
ona doğru yürümeye başladım.
O kadar etkilenmiştim ki yakasında gül olup
olmadığına bakmak aklıma bile gelmedi.
Ona yaklaşınca, dudaklarında
hafif ve tahrik edici bir gülümsemeyle bana 'Benimle aynı yöne mi
gidiyorsun, denizci?' diye fısıldadı.
Neredeyse kontrolsüz bir şekilde
ona doğru bir adım daha atıyordumki, o anda Hollis Maynel'i gördüm.
Kızın tam arkasında duruyordu. 40'ını çoktan geçmiş, grileşmeye başlamış
saçlarını şapkasının altında toplamış..
Şişmana yakın, kısa boylu,
kalın bilekli ayakları topuksuz ayakkabılara gömülmüş. Kafamı çevirdim,
yeşil giysili kız hızla uzaklaşıyordu.
Kendimi ikiye bölünmüş hissettim;
arzularım kızı takip etmemi, ta içimden gelen bir istek ise ruhu bir
yıldır bana eşlik eden kadınla kalmamı söylüyordu. İşte orada öylece
duruyordu. Solgun, kırışık suratı kibar ve duygulu, gri gözleri sıcaktı.
Çekinmedim. Beni tanımasını sağlayacak mavi deri ciltli kitabı ona
doğru tuttum.
Bu aşk olamazdı, ama, mutlaka değerli, belki aşktan da
güzel, çoktan beri minnettar olduğum ve olacağım bir arkadaşlık gibi bir
şey olabilirdi.
Kadını selamladım, her ne kadar gizlemeye çalıştıysam
da pek başaramadığım hayal kırıklığımı belli eden sesimle; 'Ben Teğmen
John Blanchard, siz de Bayan Maynell olmalısınız. Sizinle buluşabildiğim
için çok mutluyum. Sizi yemeğe götürebilir miyim?' diye sordum.
Kadının
yüzüne bir gülümseme yayıldı: 'Neden bahsettiğini bilmiyorum delikanlı'
dedi, 'ama şu az önce buradan geçen yeşil elbiseli kız bu kırmızı gülü
yakama takmamı rica etti benden, ve eğer siz beni yemeğe davet edecek
olursanız kendisinin sizi caddenin karşısındaki büyük restoranda
beklediğini söylememi istedi.