aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Aralık 2013 Çarşamba

Özlemek Suç, Sarılmak Müebbet Olmalı..

Özlemek suç kabul edilmeli demiştim diymi vakti zamanında..
Birine sarılıp onun kokusuna karışmakta suç olmalı bunu dedim mi peki hiç?
Sarılmalı ama sımsıkı, birgün gidecekmiş gibi birgün ölecekmişim gibi, bir gün hiç olmamışız gibi... 
Sımsıkı..
İşte bu yüzden özlemek suç olmalı... 
En büyük suç...

Filmler Bile Hazır Değil Aslında O'Ana..

Zamanı iyi değerlendiremediğimizden aslında tüm mutsuzluklarımız..
Saçıp döküyorum etrafa sonra elimde koca bir boşluk kalıyor.. 
İyide herşeye rağman mutlu olmak mümkün olsaydı zamansızlıkların içinde kaybolmazmıydı yine..
Hiç Poliyannacı olamadım.. Çocukluğumdan beride hiç sevmediğim bir çizgi kahramandır..
Neden bilmem ama ayrı bir antipatik gelir bana.. 
Herşeye pozitif bakan biri gerçek olamaz ondan çizgi kahraman zaten...
Hayal ürünü bile olsa çok sıcak bakamıyorum işte..
Madalyonun hep ikinci yüzü çevrili olmalı... 
Hayallerle, düşlerle yürümüyor işte hiçbirşey...
Küçük bir tesadüf, o anki bir şans anı sadece filmlerde...
Öyle değil mi...
Saç kestirme zamanı gelmiş bellii... 


13 Kasım 2013 Çarşamba

"Gitmişmiydi" Dedim... "Hiç Gelmemişti" Oysa Dediler..




Ara sıra hiç anlamadığınız ve tanımadığınız bir tını ile bir kor oturur içininiz ta en ücra köşesine..
Gözleriniz dolar.. Derin bir nefes eşliğinde yutarsınız yine...
Vucudunuzdan yüzünüze doğru gelen ürperti üşüme ve istemsiz bir titreme ile deler geçer sizi ansızın..
Tanıdık bir koku gelir derinden.. Bi kaç cümle.. Bi kaç an..
Hani sarılmak derim ya hep "herşeyin başı sarılmak" , öyle birşey işte...
Sımsıkı sarılır insan o an'a.. Yeniden yaşanır gibi, ilk günkü gibi bir arzu ile.. 
Gözlerini açsa hissettiğin nefesi kokuyu yitirmekten korkarcasına.. 
Öyle sımsıkı işte..
Hayat ne tuhafdır oysa..
Biten herşeyin yerini yenisi için açarken anlamayız burnumuzun direğinin hala cayır cayır yandığının...

"Hayaller değilmiydi seni bana getiren..
Yoksa ben miydim seni hayal eden...

Görünüp kaybolan silüetinde ki gibi..
Uzanıp tutamadığım her zerre damlacıklardın oysaki..

Hayaller değilmiydi bendeki seni sen yapan..
Yoksa ben mi değiştirdim senli olan beni...

Bizli bir yaşama sığdıramadıklarımız mıydı uçup gidenler..
Geriye kalan bir avuç toz bulutunda gizliydi oysa.. Erişemeden uçup giden..

Hayaller değilmiydi elbet birgün derdirten..
Yoksa çok mu hayal kurdukta silinip gittiler...

Oysa biz hiç.. Sadece hiç..
Hiç hayal kuramadık ki.. "

Anlamını yitirip yeniden kazandıranlar vardır ya hani..
Hani onlar vardır ya...
Ellerinden tutup bambaşka bir huzurun içinde bulutlar eşliğinde o sahilde iken, ağzınıza bir parmak bal çalanlar var ya hani..
Gün gelir omuzlarınızdan tutup silkelerler uyanın diye ya hani..
Hani onlar her şey çok güzelken, mutluyken herşey çok gerçek gibiyken; uçurumun orta yerine salıverirler ya birden..
O an şaşar ya işte felek.. Hani  en yapmaz dediklerimiz... Hani o en kıymetlilerimiz...
Hani varlar ya..
Vardı(lar)..
Vardılar toz bulutunda öylece uzaklaşıp gittiler.. Gittiler ya hani..
Gidenler bırakır ya ardında yarım bir yaşam.. 
Yürekten başlar, göz pınarlarına ilerler.. Küçük bir damla ile buluşup süzülüp giderler.. 

Gidenler o hayale hiç gelmemiştiler..

"Gitmişmiydi" Dedim... "Hiç Gelmemişti" Oysa Dediler..


22 Ağustos 2013 Perşembe

Denizcinin Hikayesi



Bu fotoğrafı bu hikayeye adıyorum.. Ömer Köroğlu'nun sesinden dinlemeniz şiddetle tavsiye olunur.. :)




Oturduğu banktan kalktı, üzerindeki denizci üniformasını düzeltti ve şehrin büyük tren istasyonundaki insanları incelemeye koyuldu. 
Gözleri o kızı arıyordu, kalbini çok iyi bildiği, ama yüzünü hiç görmediği, yakasında gül olan o kızı. 
Ona olan ilgisi bundan on üç ay önce Florida'da bir kütüphanede başlamıştı. 
Raflardan aldığı bir kitabın içindeki yazıdan çok etkilenmişti. 
Kitaptan değil, sayfalardan birinin kenarında kurşun kalemle yazılmış minik notlardan.. 
Yumuşak el yazısı düşünceli bir ruhu ve insanın içine işleyen bir karakteri yansıtıyordu. 
Kitabın baş sayfasında, o kitabı en son okuyan kişinin ismini gördü: Bayan Hollis Maynell. 
Biraz zaman ve çaba sonunda adresini buldu. 
Bayan Maynell New York'ta yaşıyordu. 
Blanchard ona kendisini tanıtan ve mektup arkadaşı olmayı teklif eden bir mektup yazdı. 
Ertesi gün de İkinci Dünya Savaşı'na katılmak için Avrupa'ya doğru yola çıktı. 
Daha sonraki bir yıl bir ay boyunca birbirlerini mektuplarla tanıdılar. 
Her mektup kalplerine düşen bir sevgi tohumuydu sanki. 
Bir romantizm başlıyordu. 
Blanchard kızdan bir resmini istemişti, ama kız reddetti. 
Kendisini gerçekten önemsiyorsa nasıl göründüğünün ne önemi vardı?.
Sonunda Blanchard'in Avrupa'dan dönüş günü geldi çattı. 
İlk buluşmalarını ayarladılar.. 
New York Tren İstasyonu'nda akşam saat tam 7'de.
0 "Beni tanıman için" diye yazmıştı kız mektubunda, 
"Ceketimin yakasında kırmızı bir gül takılı olacak".
İşte saat tam 7'ydi ve Blanchard yüzünü daha önce hiç görmediği, ama kalbini sevdiği o kırmızı güllü kızı arıyordu. 

Hikayenin gerisini Bay Blanchard'dan dinleyelim:" 

Birden genç bir kızın bana doğru yürüdüğünü farkettim. 
İnce ve uzun boylu,dalgalı sarı saçları o güzel kulaklarının önünden omuzlarına düşmüş.. 
Çiçek rengi mavi gözlü. 
Dudaklarının ve çenesinin muntazam kıvrımları ve açık yeşil giysisiyle insana sanki baharın geldiğini müjdeleyen bir kızdı. 
Ben de ona doğru yürümeye başladım. 
O kadar etkilenmiştim ki yakasında gül olup olmadığına bakmak aklıma bile gelmedi.
Ona yaklaşınca, dudaklarında hafif ve tahrik edici bir gülümsemeyle bana 'Benimle aynı yöne mi gidiyorsun, denizci?' diye fısıldadı. 
Neredeyse kontrolsüz bir şekilde ona doğru bir adım daha atıyordumki, o anda Hollis Maynel'i gördüm. 
Kızın tam arkasında duruyordu. 
40'ını çoktan geçmiş, grileşmeye başlamış saçlarını şapkasının altında toplamış.. 
Şişmana yakın, kısa boylu, kalın bilekli ayakları topuksuz ayakkabılara gömülmüş. 
Kafamı çevirdim, yeşil giysili kız hızla uzaklaşıyordu. 
Kendimi ikiye bölünmüş hissettim; arzularım kızı takip etmemi, ta içimden gelen bir istek ise ruhu bir yıldır bana eşlik eden kadınla kalmamı söylüyordu. 
İşte orada öylece duruyordu. 
Solgun, kırışık suratı kibar ve duygulu, gri gözleri sıcaktı. 
Çekinmedim. 
Beni tanımasını sağlayacak mavi deri ciltli kitabı ona doğru tuttum. 
Bu aşk olamazdı, ama, mutlaka değerli, belki aşktan da güzel, çoktan beri minnettar olduğum ve olacağım bir arkadaşlık gibi bir şey olabilirdi. 
Kadını selamladım, her ne kadar gizlemeye çalıştıysam da pek başaramadığım hayal kırıklığımı belli eden sesimle;  'Ben Teğmen John Blanchard, siz de Bayan Maynell olmalısınız. Sizinle buluşabildiğim için çok mutluyum. Sizi yemeğe götürebilir miyim?' diye sordum. 
Kadının yüzüne bir gülümseme yayıldı:  'Neden bahsettiğini bilmiyorum delikanlı'   dedi, 'ama şu az önce buradan geçen yeşil elbiseli kız bu kırmızı gülü yakama takmamı rica etti benden, ve eğer siz beni yemeğe davet edecek olursanız kendisinin sizi caddenin karşısındaki büyük restoranda beklediğini söylememi istedi. 
Dediğine göre bu bir çeşit sınavmış delikanlı .."

4 Nisan 2013 Perşembe

Nisan Yağmuru, Nisan Huzursuzluğu..




Eskiden .. Ama çok eski değil..
Severdim, severdim bende şu güzel baharın müjdecisi "Nisan" ayını..
Çok yağmur yağsada, hep aldatsa da.. Severdim ben Nisan ayını..
Sevmek istemiyorum.. 
Tüm yükü ona yüklemek istiyorum..
Suçlu "O" !
Baharda içime kışı yaşatan bir ay artık "O" ..
Zaten hem nemli, hep değişken... Tıpkı ben gibi..
Bir gün geneşli, neşeyle dolu şen şakrak gülüşleri, esintileri.. 
Bir gün mızmız bir kız çocuğu.. 
Bir gün sulu gözlü, katı sağuk bir duvar gibi..
Ara sıra karışık.. Saçı dağılmış, bezmiş ama yine güçlü, kararlı dimdik..
Arada bir nötr hiç birşey hissetmez, duymaz düşünmez..
İşte böyleyim bugünlerde bende..
Ben böylemiyim diye böyle Nisan?
Yoksa hep böyleymiydi?
İçime içime yağıyor Nisan Yağmur'u.. 
Birikmiş toprak kokusunu salı veriyor..
Sessiz sedasız izliyor...

Günler hep sizin olsun... 
Sizli günlerle dolu nice Nisan'larınız olsun..


25 Şubat 2013 Pazartesi

"En iyi şiir sahipsiz olandır" "Kelebeğin Rüyası"





Günlerdir beklediğim bir filmdi "Kelebeğin Rüyası" ..

İzleyebilmek ise ayrı bir keyifti benim için.. Öylesine kötü filmler giriyor ki bazen vizyona bu film bu kadar beklemiş olmama değdi.. Uzun zamandır vizyonda izleyebildiğim en güzel film..

İzleyende izler bırakabiliyor.. Ve bir dönem filmi.. Türkiye'nin ortak bir gerçeğini anlatan harika bir yapıt olmuş..
Yılmaz Erdoğan dendiğinde kesinlikle önce bir düşünmek gerek bence, çünkü cidden iyi bir film izleyeceğinizin kanıtı gibi bir durum oluşuyor insanın kafasında..
Kendisindeki şairlik ve o içindeki tutkuyu bu filmede öyle bir yansıtmış ki film bittikten sonra düşünüyorsunuz "En son ne zaman şiir okudum" "en son ne zaman bir şairin kitabını aldım.."

Peki sizde benim gibi şaşırırmısınız bilmiyorum ben bu filmde Türkiye'nin bambaşka bir gerçeğini keşfettim..
1940 lı yıllardaki kömür ihtiyacını karşılayabilmek için Zonguldak'ta "mükellefiyet yasası" çıkarılmış.. 15-50 yaş arası belli aralıklarla çalışma zorunluluğu varmış.. Bildiğiniz jandarmalar eşliğinde, kelepçeler takılarak zorla yapılan bir uygulama.. O sahneleri izlediğiniz vakit şimdiki milli ve insancıl duygularınız ağırlığında şunu diyorsunuz kendinize "nasıl olur böyle bir şey bu insanlık dışı!" O denli bir baskı mevcut.. 
Yeni yeni ayağa kalkmaya çalışan bir ülke ve borçlarını kapatabilme uğruna getirilmiş bir "İş mükellifiyeti" ..

Düşündürücü.. 
Feci bir şekilde düşündürücü.. 
Şimdiki imkanları ve koşulları düşündüğünüzde..
Böyle bir zamanı düşünün.. Açlık, geçinmenin zor olduğu.. Hastalıkların daha yıpratıcı ve ölümcül oldukları bir dönem..
Böyle bir dönem içinde yetişen iki genç şair.. 
Hastayken bile aşkın, şiirin, tutkunun ve inandıklarınız uğruna savaşmanın ne demek olduğunu dibine kadar anlatan gerçek bir hikaye...

"Bütün dünya savaşırken bu kadar güzel olmak doğru mu?" diye başlayan bir aşk.. 
İki şairi daha çok iteleyen, inandıran bir güzellik..
"Aşk en güzel bahanesidir şiirin "

"Sen, eski bir sevda şiirisin
Bir koku var sende

Sıcak yaz akşamlarına mahsus
Ellerinde mi
Saçlarında mı 
Gözlerinde mi
Bilmem
Bir koku var sende
Sıcak yaz akşamlarına mahsus."
Muzaffer Tayyip Uslu

Zaman zaman gülümseyeceğiniz, zaman zamanda duygulara boğacak bir film..
İçimdeki bambaşka bir derinliğe salıverdi beni..
Hani hayallerimiz vardır ya çoğu zaman peşinden koşamadığımız, bir yerlerde unuttuğumuz, düşürüp tekrar alıp cebimize koyamadıklarımız işte onları getirip yerleştirdi avuçlarımın içine.. 
Yaptığınıza inanmak.. Her koşulda ve ne durumda olursanız olun pes etmemek..

"Çinli bir bilge rüyasında kelebek olduğunu görür ve uyanınca kendi kendine şöyle sorar: rüyasında kelebek olduğunu gören bir adam mıyım yoksa kendini adam olarak düşleyen bir kelebek mi?"

Sizce siz hangisisiniz? Kelebek mi bilge mi?

Behçet Necatigil'in öğrencileri Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun gerçek yaşamlarından çıkarılmış bir film... Veremden genç yaşta hayatlarını yitiren iki genç şair.. 
Behçet Necatigil onlara yazın dedi ne olursa yazın..

Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ.. İnanılmaz bir oyunculukla o dönemi öyle bir anlatıyorlarki size izlerken yaşayacaksınız..  (Eklemeden edemeyeceğim baş karakterlerin rol için verdikleri kilo ve her mimik hareketleri olsun takdire şayan..)

Gidin izleyin.. 
Eminimki hepiniz kendinize birer parça birşeyler ekleyeceğinizi düşünüyorum..
Mutlu geceler..

___

"Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan."
Muzaffer Tayyip Uslu

6 Şubat 2013 Çarşamba

Buna yaşamak denirse...





Tam göğsünüzün ortasında bir yeriniz acıyacak...
Evinizin sizi içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksiniz...
Sokağa fırlayacaksınız...
Sokaklar da dar gelecek...
Tıpkı vücudunuzun yüreğinize dar geldiği gibi...
Ne denizin mavisi açacak içinizi, ne pırıl pırıl gökyüzü...
Kendinizi taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksiniz...
Birileri size bir şeyler anlatacak durmadan...
‘‘Önemli olan sağlık.''
"Yaşamak güzel.''
‘‘Boşver, her şey unutulur.''
Siz hiçbirini duymayacaksınız...
Gözyaşlarınızdan etrafı göremez hale geleceksiniz.
O'ndan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksiniz...
Hep ondan bahsetmek isteyeceksiniz...
‘‘Ölüme çare bulundu'' ya da ‘‘Yarın kıyamet kopacakmış'' deseler başınızı kaldırıp ‘‘Ne dedin?'' diye sormayacaksınız...
Yalnız kalmak isteyeceksiniz...
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak...
İkisi de yetmeyecek.
Geçmişi düşüneceksiniz... Neredeyse dakika dakika... Ama kötüleri atlayarak...
Onunla geçtiğiniz yerlerden geçmek isteyeceksiniz... Gittiğiniz yerlere gitmek...
Bu size hiç iyi gelmeyecek... Ama bile bile yapacaksınız.
Biri size içinizdeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksınız... Aslında kurtulmak istediğiniz halde, o acıyı yaşamak için direneceksiniz.
Hayatınızın geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksiniz...
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksiniz...
Herkesi ona benzetip...
Kimseyi onun yerine koyamayacaksınız...
Hiçbir şey oyalamayacak sizi...
İlaçlara sığınacaksınız... Birkaç saat kafanızı bulandıran ama asla onu unutturmayan... Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren...
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek... Boğazınız düğümlenecek, dinleyemeyeceksiniz...
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak...
Sabahı iple çekeceksiniz... Bazen de ‘‘Hiç güneş doğmasa'' diyeceksiniz.
Ne geceler rahatlatacak sizi ne gündüzler...
Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksiniz...
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önünüze çıkana sarılmak isteyeceksiniz... Nafile... Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek...
Rüyalar göreceksiniz, gerçek olmasını istediğiniz... Her sıçrayarak uyandığınızda onun adını söylediğinizi fark edeceksiniz...
Telefonun çalmasını bekleyeceksiniz... Aramayacağını bile bile... Her çaldığında yüreğiniz ağzınıza gelecek... Ağlamaklı konuşacaksınız arayanlarla...
Yüreğiniz burkulacak...
Canınız yanacak...
Bir daha sevmemeye yemin edeceksiniz.
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinizden...
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksınız... Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğiniz için kendinizden nefret edeceksiniz...
Yaşadığınız şehri terk etmek isteyeceksiniz... Onunla hiçbir anınızın olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek...
Ama bir umut... Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu... Bu umut sizi gitmekten alıkoyacak...
Gel gitler içinde yaşayacaksınız...
Buna yaşamak denirse...

(Yazı bana ait değildir.)

16 Ocak 2013 Çarşamba

Aşk Sadece Üç Harf Değildirki !

Kafama takıldı..
"Ona aşık olmaya başladığımı söyledi" dedi biri.. 
Kafama takıldı işte o cümle.. 
Bu bir özgüvenmidir.. Bilmediğinden mi..
Kesinlike bilmediğinden..
Aşkı bilmeyen birinin diyebileceği en düz cümle.

Aşk nedir biliyormusun? 
Aşk, onu gördüğünde heyecanlanmaktır.. Dilinin dolanmasıdır, nefesinin kesilmesidir.. Dokunduğunda içinin yanmasıdır.. Gözlerine dakikalarca bakabilmektir.. Tek kelime etmeden ne dediğini hissetmektir..
Öyle biridir ki o, hiç tanımıyorsundur güvenmen gereklimidir , hırsızmı katil mi bilmesende yada öyle bile olsada bunu görmezsin... Hiç tanımazsın ama bir o kadarda tanırsın.. Geçmişinden bi yerlerden çıkıp gelmiştir, öyle hissedersin... Sadece o vardır dünyada... Nefes almanın ne demek olduğunu o zaman anlarsın.. Aynı şehirde olup tesadüfen karşılaşmak bile seni heyecanladırır.. Bigün çekip gitse bile o şehre küsemezsin.. Sana onu vermiştir geri almış olsa bile.. Yeri gelir çekip gitmek istersin.. Küsersin herşeye.. Kızamazsın kendine, ona.. Yargılamadan seversin.. Aşk şefkattir.. Gitse bile şefkatle anmaktır..
Aşkı sayfalarca yazarak anlatabilirim.. Yazıyorumda.. Dilimden dökülmez diyemem, boğazında oluşan bir düğümdür çünkü.. Sesini, soluğunu keser.. Kelimelerin tükenir, gözünden akan bir damla yaşa dönüşüp akıp gider yine hayatından.. Aşk budur..
Aşk için bol şans dilemek isterdim ancak aşk bir şans değildir.. Dur bekle bi aşık olayım dediğinde olmazsın, olamazsın.. Beklersin ama yine olamazsın.. Şans değildir aşk tesadüflere inanmayan birini inandırabilen, en önemlisi aşkın olduğuna inandıran bir duygudur.. Aşk bir anda gelir girer hayatına, anlayamazsın ne oluğuna.. Yaşadığın duygu inanılmazdır yediremezsn kendine kabul etmezsin sonra.. Aşk gelir, önce yürüğine yerleşir sonra aklına.. sonra tüm hücrelerinde hissedersin.. Çekip giderse ki eğer kalbinide söküp götürür..
Geriye sadece o duygu kalır.. O şefkat kalır.. Acırsın kendine, acı çekersin.. Bu acı büyüktür çok büyük..
Kızamazsın, nefret edemezsin sadece küsersin.. O acıyı hep çekersin.. 

Biliyormusun yağmuru bile sevdirebilir biri sana.. Hiç sevmediğin herşeyi sevdirir.. Bunu hiç kimse yapamazken bir kişi çıkıp bunu sana yapabilir..
Ve aşkı yaşayan biride bundan azına ASLA razı olmaz...
Kumardır aşk.. 
Çok güzel bir tabir vardır ya hani, "sevdiğine değil sevene git" diye.. Sevene gitmek güvendir, sevdiğine gitmek kumar..
Ve bir kere yaşarsanki bu duyguyu kumar oynamaktan korkmazsın..

Kurulan o cümlenin anlamını bilebilecek sen son kişi bile değil o cümleyi kuran kişi.. 
Aşk üç harftir, basit gibidir.. Ama o üç harfin üstünde bıraktığı yükü hiç birşey kaldıramaz...

Bunları yazış nedenim ise, basite indirgemenmiş olması AŞK'ın.. 
"Aşkı basite alma alırsan yanarsın... "

11 Mayıs 2012 Cuma

Kabul Ettim Gitti..


Kabullenmek bazen ne kadar da zor oluyormuş.. Uzun zaman olmuş kabullenip susmayalı.. 

Kabul ediyorum, yenildim.. Çünkü zayıflıklarımdan kaçarak sanki hiç canımı acıtamayacaklarını düşünerek hatta uygulayarak yaşadım.. 

Kabul..

Koca bir yalan bu.. Kabul ediyorum, kendime yalan attım.. Umursamazsam daha mutlu olacağımı fısıldadım.. Sevmezsem daha huzur içinde yaşayacağımı anlattım, masal misali... 

Aşk'ın koca bir yalan, aşksız bir hayatın sevecen yüzüne inanırdım kendimi...

Kabul..

Bunların hepsi saçma.... Bende saçmapan şeyler yaptım.. Kabul ediyorum, Aşk'a inanmamakla kendime yapabileceğim en büyük saçmalığı yaşattım.. Varlığını bile hissedemediğim soyutluk kavramının içinde olur olmaz sıkışıp oracıkta pes ettim...

Kabul..

Ben Aşk'ı yaşamakla kendime en harika duygusuyla, en acı duygusu arasında kaybettim... 
Berrak, durgun bir su kadar saf'ça yürüdüm.. Takılıp düştüm.. 

Kabul..

Ben zaten yorgun ve zayıftım.. Kabul ediyorum ki, ağladım... Nefesim kesilene kadar, uzun uzun yumdum gözlerimi... Kalp atışlarımda hissettim, tüm bedenimde...

Yırttıp at o sayfayı, sil bir damla kurumuş gözyaşını.. Unutma !! "Her bitiş yeni bir başlangıcı müjdeler.."

Kabul edin..

Buda koca bir YALAN...

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Kadere inanır mısınız?


Kadere inanır mısınız?
Bazen akıl almaz zamanlarda aklıma gelir o an’ım.  Kader diyerek geçmek kolaydır. Ama bana en zor gelen bunu kabullenerek kendimi avutmak.
Kadere sığınmak avunmaktır çünkü. Var olan kaderimizi yine kendi ellerimizle, kendi isteklerimizle çizmiyor muyuz?  ‘Bugün,  her gün kullandığınız yolu tercih etmemek elimizde değil mi?’ bunu bilir iken neden hayatımızı daha zorlaştırarak yaşarız.
Tercihlerimizi doğru kullanmadığımız için… Öyle ya da böyle kendi isteklerimiz doğrultusunda veyahut çevremiz, ailemiz vesilesiyle yön rüzgârımızı belirliyoruz.
Buda kader dimi…
Seçebilme özgürlüğü arzusu ile yanıp tutuşurken bir yanım, bir yanımda kendi ve başkalarının tercihlerinin kaderini yaşamalısın diyor, elin mahkum. Kader mi? İnanıyorum kadere… Önüme çıkan fırsatlara, insanlara, yazabildiklerim ve yazamadıklarıma… Avunmak değilmi sonuçta...
Bazen yapma be kader dur diyesim geliyor… Diyorum da aslında ama “O” diyemiyor…
Bu sefer “ben” diyorum ki, Kader..

Copyright All Right Reserved ! Tuba Atamer !